Önceleri infertil olarak kabul edilen ve biolojik olarak baba olmaları imkansız olduğu düşünülen erkeklerin Üroloji’de araştırma ve tedavilerin geliştirilmesi ile çocuk sahibi olmaları başarılmıştır. Erkek infertilitesindeki bu gelişmeler genel olarak özellikle teknolojideki ilerlemelerle daha da hız kazanmıştır. Bunları teşhis koymada laboratuar tetkiklerindeki, görüntüleme yöntemlerindeki gelişmeler, tedavide ise mikrocerrahi yöntemlerinin geliştirilmesi ve in vitro fertilizasyon yöntemlerindeki gelişmeler olarak sayabiliriz.
Tüm bu bilimsel gelişmelerin başlangıcı olarak 1677 yılında Antonie van Leeuwenhoek adlı Hollandalı bilim adamı kendi yaptığı mikroskopla ilk kez spermi keşfedişini ve tarif edişini alabiliriz. Ancak spermle yumurta hücresini döllemesini (fertilizasyon) ile ilgili bilgileri edinebilmek için bu keşiften 200 yıl daha süre geçmesi gerekti. 1929 yılında Donald Macomber ve Morris Sanders adlı doktorlar ilk defa sperm sayısının infertiliteye neden olabileceğini ortaya attılar. Bu önemli gelişmeden sonra New York Cornell Üniversitesinden Dr. John McCloud sperm sayısı kadar spermin hareketliliği ve canlılığının erkek infertilitesinde rol onayabileceğini tespit etti. Bir yandan temel bilimlerdeki sperm morfolojisi üzerindeki çalışmalar devam ederken sperm yapımı hakkında da bilgi edinmek için araştırmalar devam etmekteydi. İlk olarak 1942 yılında bir ürolog olan Charles W. Charny testisden alınan biopsi parçalarını mikroskobik olarak inceleyerek kanal yapısındaki testiste spermlerin yapımı ve transferinde bu kanal yapısının önemini ve fonksiyonunu belirtti. 1955 yılında İskoçyalı cerrah W. Selby Tulloch testis etrafında genişlemiş venlerin bulunmasının (Varikosel) sperm yapımını azaltıcı etkisini ortaya attı ve bu durumdaki infertil erkeklerde ameliyatla varikoselin düzeltilmesini önerdi. Ancak günümüze kadar varikoseli olan erkeklerin bazılarının operasyon sonrası eşlerinde gebelik görülürken bazılarında gebeliğin neden oluşmadığı ve varikoseli olan erkeklerin ise doğal yoldan çocuk sahibi olmaları tam olarak açıklanabilmiş değildir.
1971 yılında Albert Einstein Tıp Merkezinden Emil Steinbergerin yaptığı çalışmalar erkek üreme sisteminde hormonların sperm yapımı üzerindeki etkilerini açıklamada yardımcı oldu. Bu sayede testiste sperm üretim bozukluğu olan erkeklerle, tıkanıklığa bağlı olarak sperm çıkışı olmayan erkeklerin hormon sonuçlarına bakılarak teşhisi yapılmaya başlandı. Ayrıca hormon yetersizliğine bağlı olarak sperm yapım bozukluğu olan erkeklerde hormon tedavisi ile sperm yapımının sağlanabileceği gösterildi.
1985 yılında Larry Lipshultz ilk olarak erkek infertilitesinde tıkanıklığa bağlı olguları tespit için ultrasound kullanımını önerdi. Bu yolla ameliyat gibi invaziv yöntemler kullanılarak teşhis konulmaya çalışılan erkeklerde ultrasound ile kolayca teşhis edilmeleri sağlandı. 1980 li yıllarda uretradaki tıkanıklıklara bağlı erkek infertilitesinin tedavisinde Dr. Weintraub tarafından ilk kez endoskobik girişimle bu tıkanıklıklar açılarak sperm çıkışı sağlanmış oldu. Yine 1970-80 yıllar arasında spermi fonksiyonel olarak daha iyi değerlendirmeye yarayan testleri keşfetmek için araştırmacılar yoğun gayretler sarfettiler. 1976 yılında ilk defa özel olarak hazırlanmış hamster yumurtalarına spermleri enjekte ederek in vitro fonksiyonlarını inceledi. Bu yolla spermin yumurtaya geçişini sağlayan mekanizmaların test edilmesi öngürülmekteydi. 1976 yılında Tiepolo ve Zuffardi ilk kez sperm yapım bozukluğuna bağlı azospermisi olan erkeklerde Y kromozomu uzun kolu üzerindeki bazı bölgelerde silinmeler olabileceğini ortaya attılar. Bu çalışmanın üzerinden 19 yıl geçtikten sonra 1995 yılında Reijo ve arkadaşları ilk olarak Y kromozomu üzerinde “azoospermia geni” olarak tarif ettikleri ve DAZ (deleted in Azoospermia) adını verdikleri bir geni keşfettiler. Hemen 1 yıl sonra Vogt ve arkadaşları Y kromozomu uzun kolu üzerinde genlerinde sperm yapımından sorumlu olduğunu ve bu genlerin 3 önemli bölgede toplandığı gösterdiler.
1992 yılında erkek infertilitesinde büyük bir çığır açan tek bir spermin yumurtaya enjeksiyonu sonucunda döllenerek embriyo oluşturduğu tespit edildi. Palermo tarafından gerçekleştirilen bu yöntemin keşfi gerçekte bir kaza sonucu yumurta zarı altına sperm enjeksiyonu sırasında yanlışlıkla spermin yumurtanın içerisine enjekte edilmesiyle olmuştur. Mikroenjeksiyon adı verilen bu yöntem sayesinde geçmişte çocuk sahibi olma şansı hiç olmayan azospermik erkeklerde çocuk sahibi olma imkanına kavuşmuşlardır. Devroey ve arkadaşları 1994 yılında azospermik erkekte testisten elde edilen sperm ile mikroenjeksiyon sonrasında yumurtanın döllendiğini göstermiştir. Yine o yıllarda sperm üretim bozukluğuna bağlı olan azospermik erkeklerde testis içerisinde bazı bölgelerde halen sperm üretiminin olabileceği kanıtlanmıştır. Bunun üzerine araştırmacılar testisin değişik bölgelerinden çoklu biopsi örnekleri alarak sperm elde etmek için uğraştılar. Ancak bu yöntemde tekrarlayan operasyonlarda aşırı miktarlarda doku kaybı olduğu için sakıncaları olduğu ortaya çıktı. 1999 yılında Cornell Universitesinden Shclegel ilk kez mikroskobik TESE yöntemini tarif etti. Bu yöntemde testisteki doku kaybının daha az ve sperm bulma oranının daha yüksek olduğu gösterildi